Türkiye’de “İslamî” Söylemin Serencamı (2)

Türkiye’de “İslamî” Söylemin Serencamı (2)

Referansı Nass olanın
Bizim memlekette Kur’an okuyan nesil çifte sarmalla mustariptir. İlki nassı okuma biçimimizle, diğeri de vakıayı, yani hayatı tanımakla ilgili. Ayrıca bilelim ki bu ikisi birbirinden kopuk. Birleştirildiğinde ve bütünleştirildiğinde ancak biz Müslüman kimliğe kavuşacağız. Atmosferden çıkıp tarihe ve hayata döneceğiz. Kendimizi yiyip bitirmek yerine olup biteni anlamakta ve ne yapılması gerektiğine yoğunlaşmakta hayır vardır. Ümitsizlik yok. Ayaklarımız sağlam yere bassın yeter.
Nassla ilgili olarak:
Yüce Kur’an ile hikmetli Kitap kelimeleri kaynağı ve mahiyeti itibarıyla aynı şeyi ifade ediyor ama aralarında bir fark var. Kur’an, ezbere okuduğumuz, kalbimizden ve zihnimizden neş’et eden sözlü bir kıraat, bir okuma, bir tilavettir. Bu şekilde Kur’an okurken ayetten ayete, sureden sureye geçebilir, Kur’an bütünlüğüne ulaşabilir, ifadeyi ve mesajı tamamlayabilir, anlayabilir, ifade edebiliriz. Bunun için düzgün ve kurallarına uygun bir okuma yeterlidir.
Kitap, yazı teknikleri ile metne dönüşmüş, ayetler ve sureler olarak dizilmiş, sahifeler olarak ayrılmış bir Mushaf’tır. Kitabı okurken ayetten ayete, sureden sureye, sahifeden sahifeye geçmek kolay iş değildir. Hele Kur’an dilini bilmeyenler için iş daha da zorlaşır. Tercümenin kendi içindeki mahzurları ayrı bir derttir. Bu şartlarda Kitabı okurken önümüzde duran yazılı Mushaf’taki sahifeyi, sureyi, ayeti okuyoruz. Konu ve ifade bunlarla sınırlı durumda. Kitabın içindeyiz ama parçaya teksif olmuşuz. Oradan oraya hızlı geçiş yapamıyoruz. Bu okuyuşta anlam, mesaj ve ifade olarak tamamlanmayabiliyor. O halde ne yapmalı?
Kur’an, parça parça nazil olmuş bir kitap. Her parça birbirini açıklıyor ve tamamlıyor. Ayetler ve sureler öncesi ve sonrasıyla bağlantılı. Hepsi birlikte Kitap’la bağlantılı. Kur’an’ın kendisini tefsir etmesi bu şekildedir. Dil, gramer kuralları, cümle dizini, kelime anlamları mesajı anlamakta sadece yardımcı unsur, maksada bağlı bir araçtır. Mesaj bir dille geldi ama o dil mesajın amacı değildir. Dolayısıyla mesajı anlamak için dile, kelimelere ve cümlelere bağlanmak ve mesajı dille sınırlamak, olsa olsa fantezi üretmek olabilir. Başka bir deyişle mesaj, dilin amacı ve aracı değil, tersine dil, mesajın amacını açıklama aracıdır. O halde şunu söyleyebiliriz: Mesaj dille ilk anlamını verir ama açıklama ve doğru anlamı Kitabın kendisi yapar. Kur’an’ın kendini tefsir etmesi bu manadadır. Bu fark iyi anlaşılmalı.
Elimizdeki Mushaf, peygambere gelenin tıpkısıdır. Bunda hiç şüphe yoktur. Mushaf’ın dizilişine müdahale edemeyiz, çünkü bu hali tevkifidir. Diziliş şekliyse uzundan kısaya doğrudur. Bunu bildikten sonra, Kur’an’ın kendi kendisini açıklama usûlüne ulaşmak ve doğru anlamı yakalamak için, Kitabı okurken, nüzul sırasına uygun olarak yeni bir diziliş yapabiliriz. Bu dizilişte hatalar olabilir ama esası değiştirmez. Bu nasıl olacak? Bunun için Sîret’i/Hz. Muhammed’in hayatını doğru olarak bilmeye ihtiyacımız var. Nüzul şartları, sebepleri, vasatı, Mekkî-Medenî olanı vs. bilmek bize yardımcı olacaktır. Bu usûl bize ufuk açacak, Kitabı ve okuduklarımızı anlamamızı kolaylaştıracaktır.
Bu çerçeveden bakınca her bir sure tek başına kendi içinde bir bütündür. Bir suredeki ayetlerin üslubu, işlenen konular, kullanılan kelimeler, yapılan tartışmalar, emir, yasak ve tavsiyelerle bir bütün. Ama her sure kendinden önceki ve sonrakiyle bağlantılıdır. Her sure aynı zamanda ait olduğu Kitabın, tam olan Kur’an’ın parçalarıdır. Bu durumda sure anlam bakımından tek başına eksiktir. Mevcut dizilişle anlamı yakalamaksa çok uzun zihni çabayı, başka birçok ilmi bilmeyi gerektirir. Oysa insanların buna vakitleri olmadığı gibi, imkânları da olmayabilir. Bunu derken “Kur’an anlaşılmaz” ya da “Elimizdeki Mushaf sorunludur” gibi bir kastımızın olmadığı anlaşılmalıdır.
Bu sebeple bilelim ki Kur’an ayetleri ve sureleri, Hz. Peygamber’in yaşadığı hayat, toplumsal yapı, nüzul dönemi ve nüzul şartlarıyla bağlantılıdır. Nazil olan sureler, hem peygamber ve arkadaşlarının toplumsal pozisyonlarına uygun olarak ve hem de birbiri üzerine eklenerek inzal oluyor. Sürece ve şartlara göre birbirini tamamlayarak devam ediyor. Dolayısıyla peygambersiz bir Kitabı anlamak, Kitap’tan ayrı bir peygamberi tanımak mümkün değildir. Söylemeye çalıştığımız budur. Kur’an okuyan, Kitabı anlamak için gayret sarf edenlerimizin eksik bulduğumuz bir tarafı budur.
Hayatı tanımakla ilgili olarak:
Dünyada ve ülkemizde sosyal ve siyasî pozisyonlarımızı etkilediği gibi günlük hayatımıza da tesir eden bir sistem var. Bunun adı Küresel Kapitalizm ya da Serbest Pazar Ekonomisi. İdeolojik olarak liberal, kültürel olarak putperest, bilgi biçimi olarak zanna/hevaya dayalı bir sistem bu. Çağımızın en büyük “rabbi” bu! Bunun kuralları hükümran. Vakıa bu. Hayat bu. Hakikat bu. Biz böyle bir sistem içinde, bu sistem üzerinde bütünleşen, işlerini bu sistemle yürüten bir toplumda ve bu toplumun bir parçası olarak yaşıyoruz. Buna rağmen böyle bir şey yokmuşçasına davranamayız. Çünkü bu mesele doğrudan iman-küfür ya da rubûbiyet ve ubûdiyetle alakalı bir mesele. Kur’an, iman, İslam, peygamber bu hayatın dışında, bu tarihin ötesinde anlaşılıyor.
“La İlahe İllallah” İslam’ın temeli. “Muhammedu’r-Resulullah” kelimesi de tamamlayanı. İlki düşünsel, hissi, imanî tarafı ve genel esasları, ikincisi hayatla bağlantılı olarak amelî/pratik ve kimlik tarafını, yani hayatı ifade ediyor. Bu kelimeye dayanarak harekete geçtiğini duyuranlar, kelimenin ikinci tarafını birincisinden kopartmış vaziyetteler. “Peygamber’in ahlakı Kur’an’dı” diyerek kendilerini savunanlar, tıpkı Hariciler gibi hak olan sözü söyledikleri halde o sözün gereğini yapmıyorlar. Yani bir şey söylemiş olmuyorlar. O halde başa dönüp şu tespiti yapabiliriz: Kur’an bu memlekette hidayet kitabı değil, kendisinden istifadeyle dünya hayatında durum düzeltmeye yarayan bir kitap. Döndük Tanzimat’a. Aldığımız yol bir arpa boyu dahi değil. Tarih tekerrürden ibaret derler ya!
Ve İslamî Söylem
Bu kocaman lafı, kimlik ibrazı sayılan “İslamcı” söylemi anlamak için kullanalım, bakalım ortaya ne çıkıyor? İslam, ahirette bulacağı karşılığa uygun biçimde dünya hayatı düzenlemeyi ifade eder. Buna göre Müslüman bir kimlik, içinde bulunduğu toplumda öncelikle düşünce ve inanç bağlamında, arkasından toplumsal ilişkiler ve örgütlenme, yani siyasî pozisyon bağlamında toplumdan bağımsız olmaya tekabül eder. Kimlik böyle kazanılır. Böyle izhar edilir. Çünkü kimlik, başka kimliklerden bağımsız olduğunda özgünlüğünü böyle oluşturur. Kendine ait olur. Böylece o inancın dışarıya, hayata, ahlaka yansıdığı her tür pratik ve ilişki tarzını ifade eder.
Müslüman, mevcut bilgi biçimi ve değer ölçüleriyle kurulan ilişkileri kuramayacağına göre, en azından kendi çevresinde İslamî bilgi ve değer ölçüleriyle ilişkiye başlayacaktır. İman, bir insanda bu şekli bulduğunda Müslümanlık başlıyor. Kimlik dolayısıyla kazanılan bir vasıf olarak bu tarzda ilerleyen bir süreçte pekişiyor. Kimlik aynı zamanda ve doğal olarak pozisyon almaya işaret ediyor. Toplumunuzda kendi kimliğinizden dolayı değerlerinize uygun pozisyon alıyorsunuz. Gayet net şekilde buna haramlardan sakınmak, cahiliyeden sıyrılmak diyelim özetle. Bu durum davette açık aşama sürecini izhar etmenin ifadesidir.
İlk aşamaya geçmeden söylem ve kimlik ilişkisine bir bakalım:
Nassı referans alıyoruz. Risalet’in 5. yılından 10. yılına kadar nazil olan ayetler, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının toplumsal pozisyonlarını, yani kimliklerini şöyle tanımlıyor: “Müslümanlar”, “Mü’minler ve kâfirler”, “rablerinin davetine icabet edenler”, “topluca hareket edenler”, “taife”, “hizb”, ”şia”. Bu ifadeler, Müslümanları bir taraf olarak gösteren ifadeler. Taraf olmak aynı zamanda siyasî, hukukî ve örgütlü bir toplum olmaktır. Başka bir deyişle kavim temelli Kureyş toplumu bir taraf, iman temelli Müslüman topluluk bir taraftır. Pozisyon net. Müslüman taife hem kendi içinde hem diğerlerine karşı kendi hukuklarını hükümran kılıyorlar. Bu durumda peygamber, davetçi vasfının yanında bir toplumsal tarafın/taifenin de lideridir. Hukukları ayrı, örgütlenmeleri ayrı, liderleri ayrı, bilgi biçimleri ayrı…
Burada eksik olan bir şey var ki, o da Müslümanların bir merkezi, melcesi yok. Kureyş onları muhasara altına almış, nefes aldırmıyor. Bu aşamaya kadar Daru’l-Erkam merkez işini görmüştü. Yetmediği ve daha fazlasına izin vermedikleri için bir kısmı Habeşistan’a gönderildi. Kalanlar muhasara altına aldılar. Merkezleri olmasa da ayrışma ısrarı olduğu için çatışma çıkıyor zaten. Tüm uzlaşma teklifleri de işte bu bağlamda esas anlamını bulur. Yoksa adamlar aptal falan değiller. Bu ayrışma ve kopuş olmasa uzlaşma teklifinin anlamı ne? Bu süreçte kavim ve kabilelerle yapılan görüşmeler, panayırlarda başka milletlerin liderleriyle kurulan diyaloglar, hem kimliği açık olan bir taraf olarak ve hem de stratejik olarak melce arayışına yönelik yapılmaktadır. Kimlikler net. Herkes herkesi biliyor. Kabul veya ret…
Burada bilinmesi gereken bir şey var, diğer kavimler dâhil hac mevsiminde Mekke’ye gelenlerle yapılan görüşmelerde müşriklere sığınma, zor şartlardan kurtulmak için bir arayışa geçme, onlarla uzlaşma gibi hiçbir niyet ve teşebbüs olmadı. Bu hiç olmadı. Olsaydı zaten panayıra katılanlara değil Kureyş’in tekliflerine razı olurlardı. Hukuk burada devreye giriyor, Müslüman tarafa haram olan hiçbir ilişki kurdurmuyor. Bu pozisyonda ve şartlarda Müslüman toplumun lideri Muhammed (s.a.v) herkesle her şartta konuşur. İslam’ın üstünlüğünü kabul edenlerle anlaşma yapar. Ya da anlaşmaz. Burada mesele inancına sadık kalanların, işkence, ölüm ve yurtlarından sürülme dâhil her şeye rağmen sadece Allah’a sığınanların, kurtuluşu da Allah’tan beklemeleridir. Nitekim Allah onlarla ilgili olarak hükmünü verdi ve onlara aradığı melceyi lütfetti: Medine.
Çatışmaların, gerginliklerin en yoğun olduğu süreç bu aşamadır. Çünkü taraflar arasında bir siyaset veya din savaşı başlamıştı. “Müslümanlar” ifadesi, taraf olma pozisyonu, karşı tarafta doğal olarak böyle bir tepkiye yol açıyor. Peygamber kıssalarının yoğunlaştığı, bu pozisyonda neler yapılması gerektiğinin öğretildiği aşama da bu aşama. Bu tarz şekillenme, ayetlerde ifade edildiği gibi o aşamadaki Müslüman kimliği ve o kimliğin aldığı pozisyonla alakalıdır. İttika ve sabırla alakalıdır. Oysa daha önce nazil olan ayetlerde bu ifadeler geçmiyordu.
Ülkemizdeki İslamcı söylemin böyle bir karşılığı olmadığı için bu aşamayı değil de, 4. yıla kadar geçen ilk aşamayı düşünelim o halde:
Gizlilik dönemi olarak bilinen bu ilk aşama, açık aşamaya giden yolun başlangıcı ve ön hazırlık süreci. Kur’an, bu aşamada ağırlıklı olarak başka bir bilgi biçimi, başka bir dünya görüşü üzerinde duruyor. Ortağı olmayan bir ilahı ve rabbi tanımlıyor. Bu rab, kâinatı olduğu gibi evrendeki varlıkları ve insanı da yaratan Allah. Düzeni sağlayan O, öğreten O, ikram eden O, yaşatan, yaşam için her şeyi düzenleyen O, her şeyin sahibi de O…
Ey insanlar, Âdem’in neslindensiniz. Şeytan dünyada yol arkadaşınız. O size düşmandır. Şu anda imtihan ediliyorsunuz. Hiç bir şey rastgele değil. Dünyada başıboş da değilsiniz. Sizin bir sahibiniz var. Süreniz dolunca tekrar sahibinize döneceksiniz. O sizi yeniden diriltilecek ve dünyadaki halinizden hesaba çekecek. Hesap sonunda ebedî olarak ceza veya mükâfat alacaksınız. Bu durumu bilin. Size haber veriyoruz. Ruhlar âleminde verdiğiniz sözü size hatırlatıyoruz. Size hatırlattığımız gibi peygamberlere de… Zikredin ki öyle bir sözünüz var ve şimdi sınanıyorsunuz…
Ey inananlar, siz buna şahit olun. İnsanlara bu hakikati duyurun. Uyarın onları. Gizlemeyin. Benden başkasından korkmayın. Bununla kimseye mihnet yüklemeyin. Gururlanıp kibirlenmeyin. Bağışlayıcı olun. Kimseye müdahane de etmeyin. Gevşemeyin. Dönmeyin. Ben sizi görüyor ve duyuyorum. Herkes kendisine kefildir. Kimseden sorumlu değilsiniz. Nankörleri, zalimleri, müşrikleri, azgınları bana bırakın. Siz kendinize bakın, kendi yolunuzda yürüyün…
Bu aşama zihinsel, kalbî, hissi bir değişim aşaması. Eski bilgi merkezinden yeni bir merkeze yönelişle alakalı. Daha çok kişisel bir değişimle, şahsiyet oluşturmakla, peygamberle arada gönülden bir bağ kurmakla başlıyor. İnananların doğal olarak kişisel yakınlığı kuruluyor. Giderek hale, yaşayışa yansıyacak. O sebeple daveti kabul edenlerin bazı hallerinin düzeltilmesi istenecek. Bu devrede nazil olan ayetlerde kullanılan ifadeler şunlardır: “Ne olduğu artık bilinen şirkten ve kötü huylardan “arınanlar”, Allah’tan gelenlere itimat eden “inananlar”, düşüncesini, hissiyatını, fikriyatını, günahlarını ve mallarını “tezkiye” edenler, Allah’a sadık kalarak “ittika edenler”, başlarına gelenlere “sabredenler”, Peygamber’in vahiy aldığını, elçi olduğunu “tasdik edip ona bağlananlar”.
Bu ifadeler, her şeyden önce farklı bir bilgi merkezine yöneliş ve ona bağlılığı resmediyor. Çok ilahlı müşrik bir toplumun bağlılığı ve birliğini sağlayan kavim değerleri ve asabiyesinden, geleneksel atalar yoluna dayalı bilgi sisteminden ayrışmayı, bunlardan kopuşu ifade ediyor. Kavmî merkezden yeni merkeze doğru zihinsel, düşünsel, anlayış ve değerler bakımından kesin kopuş başlamış. Çünkü doğru ve yanlışın ölçüsü değişmeye başlamış. Doğrular ve yanlışlar bildirilmeye başlanmış. Yanlış olanların terki istenmiş. Bu devrede inen sureler bunları anlatıyor.
Mü’min olanlar hemen değişmeye, başka bir adam olmaya başlıyorlar. Çevrelerinde fark ediliyorlar. Güçlü olanlar bunu açıktan açığa duyurmaya, tartışmaya başlıyor ve kamuoyunu etkiliyorlar. İslam’ın Mekke şartlarında en çok yayıldığı dönem bu dönemdir. Bu aşamada sosyal, siyasî ve örgütsel olarak bir pozisyon ayrışması yok ama Daru’l-Erkam pratikte merkez işini görüyor. İnanan topluluğun toplantı yaptığı merkez… Bunlar arasında Kâbe’de açıktan namaz kılanlar var. Kâbe o zaman Kureyş kavminin siyasî, sosyal, iktisadî ve kültürel çaptaki merkezi. Toplantı merkezi. Kendi küllükleri yani. Başka horozları öttürürler mi? İşte Erkam’ın evi buna karşılık düşüyor…
İlk üç yılda müşrikler mesajı tam olarak anlamadıkları için fazla sorun çıkmıyor. Grupsal olarak karşı karşıya gelme yok çünkü. Buna rağmen alaya alma, aşağılama, hakaret etme gibi kişisel çapta karşılaşmalar oluyor. Bu süreçte Kur’an ifadeleri, kelimeleri netleştikçe, şirk kültürü, putlar ve ileri gelen zalimler açıktan açığa eleştirildikçe, sorunlar da başlayacaktır. Abdullah b. Mesud’un Kâbe’de açıktan Rahman Suresi’ni okuduğu aşama, bu devredeki pozisyon için iyi bir örnektir. Netlik için iyi bir örnektir.
Şimdi değerlendirelim:
İslamcı söylemin çağdaş söylemden, ifadelerinin çağdaş ifadelerden ayrışmış olduğu söylenebilir mi? Hayata dair değerlendirmeleri, doğru ve yanlış ölçüleri dikkate alındığında, bir farklılıktan, bir netlikten bahsedilebilir mi? Batılı söylemin genel geçer değerlerini, parçalarını, İslamî kalıplara tercüme ederek yapılan çeşitli hak ve özgürlük taleplerinin ne kadarı İslamî söylemdir, ne kadarı İslamî pratiktir? Burada fikrî düzeyde olsun bir ayrışmadan mı, yoksa bir kargaşadan mı bahsedilebilir? İslamî söylem, kendi bilgi sistematiği ve değerler hiyerarşisine göre “Ey Allah’ın kulları, bizi dinleyin ve anlayın ki…” diye söze başlayarak, kendi söylemini meydanlarda, merkezlerde, meclislerde gündem edebilmiş, tartışma sürdürebilmiş midir? Söylediklerinin arkasında durabilmiş, söylediklerini yapan bir grup olabilmiş midir? Böylece uyarı sorumluluğunu hakkıyla yapabilmiş midir? Meydanlara çıkışla neyi murat ettiğimiz, neyin peşinde olduğumuz anlaşılabilmiş midir? Toplumunun ileri gelenlerine, yöneticilere, ahaliyi aldatan ve uyuşturan merkezlere karşı, açıktan ve anlaşılır şekilde, “Sizler şu sebepten dolayı zulmediyorsunuz, bu yoldan dönün” diyebilmiş midir?
Bu olmadı diyelim. Anlaşılır bir durumdur. Allah hepimizi bağışlasın. Amma ve lakin ilk aşamanın sonlarına doğru nazil olan Kafirun Suresi’nde bahsedilen fikriyat ve hissiyat bağlamında olsun, en azından düşünce ve yöneliş çapında farklı ve ayrı olduğumuzu açık edebildik mi? Uzatmayalım, ilk aşamanın pozisyonuna da uymuyoruz. Cahili toplumunun bir parçası kalarak, hiçbir şey de yokmuşçasına, sistemin açtığı alanda yürümek için fıkıh geliştirmeye çalışanlara söylenecek söz, “Size selam” demektir… Bu memlekette İslamcı söylemin genelde özü ve şu anki durumu budur.
Bütün bu anlatılanlar anlaşılması maksadıyla yazıldı. Moral bozmak yok. Kaos yok. Gerçekleri görmek, nerede olduğumuz bilmek için önemlidir. Nereden başlanacağı için bu gereklidir. Meramımızı anlaşılabilir şekilde ifade edememiş olabiliriz ama kıymetli madenler taşıyan toprağı okuyucunun önüne koyduğumuzu düşünüyoruz. Şayet “Bu yazar kendisinden ve kendisi gibi birkaç kişiden başka hiç kimseyi beğenmiyor” gibi anlamsız şeyler söyleyecek olanlarımız çıkarsa, kendilerini yazıyı okumamış saysınlar ve rahatlasınlar, acizane tavsiyemiz budur!
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir