Türkiye’de “İslamî” Söylemin Serencamı (1)

Türkiye’de “İslamî” Söylemin Serencamı (1)

Fizik kuralına göre bir madde normal şartlar dışında da maddedir. Dışarıdan yapılan bir tazyik, onun şeklini değiştirse de özünü değiştirmiyor. Katı halde de, sıvı halde de, gaz halinde de o yine maddedir çünkü öz aynıdır. Tazyik kalkınca tekrar eski haline gelebilir.
Ekmek, bisküvi, pasta, kurabiye, çörek, tatlı, mama vs. gibi yapılan gıdaların aslı buğdaydır. Buğday, toprakta yetişen bir ürün, tarladan çıktığı gibi kalırsa hem gıda maddelerine dönüşüyor ve insanları doyuruyor hem de onu toprakla buluşturduğunuzda kendini bire yedi yüz kadar yeniden üretiyor. Fakat buğdaya dışarıdan yapılan bir tazyik onun özünü değiştiriyor, bir kullanımlık yapıyor. Özü değişen buğday görüntü olarak hâlâ buğdaydır ama artık o kendisi değildir, başka bir şeydir; özelliği bu. Milyarlarca özü değişmiş buğday tanesi ekildiğine bir tek buğday tanesi bile vermezken, özü aynı kalan bir tek buğday tanesi, milyarlarca taneyi yeniden üretiyor.
Bunları niye anlattık? Bizim hikâyemize ışık tutsun, ne durumda olduğumuzun anlaşılmasına yardımcı olsun diye. Bugün İslamî söylemin durumu, özü değiştirilmiş buğday tanelerini andırıyor. Her şeye rağmen aramızda özü değişmemiş buğday kalabilen “birkaç tane”, tüm insanlık için yeterlidir. Bu önemli.
Bu ülkede Müslümanların bugünkü hikâyesi, büyük ölçüde 1839 Tanzimat Fermanı’yla bağlantılıdır. Orada bir kırılma yaşandı. Özümüz değiştirilmeye başlandı. O zaman devlet yeni bir tanzime giriyordu. Tanzim, İslam’dan vazgeçmenin, Batı düşüncesiyle yeni bir organizasyona girmenin ifadesiydi. Din, devlet katında o gün bu gündür bir kenara ittirilmiş, ihtiyaç duyuldukça da dikkatlice istihdam edilen bir pozisyonda tutulmuştur.
Tanzim, yönetim kadrosunun, bürokrasinin eseriydi. Bir süreçti. Siyaseten başladı. Yasal, kurumsal, askerî ve iktisadî reformlarla devam etti. Günlük hayat ve yaşam tarzına yansıyan değişimlerle sürdü. Aslı bir kez değiştirdiniz mi, o asıl kendine ait tüm fasılları da beraberinde getiriyor. Süreç gelişerek hâlâ devam ediyor. Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, AB reformları ve günümüzün post-modern aşaması dâhil tüm aşama, istikrarlı biçimde ilk başlangıcın devamıdır. Rota hep aynı olmuştur. Bunların anlamı şudur: Batı tarihine, düşünce sistematiğine, kültürüne ve siyasal sistemine eklemlenmek, kapitalist serbest pazar ekonomisinin bir parçası olmak. Uygarlık yani.
Osmanlı geleneğinde, özellikle 15. Yüzyıldan sonra devlet “asıl”, din ise devletin müteferrik cüzüdür.  Yani asla “bağlı” füruattır. Bu anlayış Jön Türkler, ittihatçılar, cumhuriyetçiler dâhil her devrede devam ettirildi, günümüz muhafazakârlarıyla da geçerliliği sürdürülüyor. Bunun anlamı şu: İslam, bu ülkede “asıl” olarak değil “fasıl” olarak caridir. Asıl olan devlettir. Tanzimat’ı ve takip eden yenilikleri gerçekleştiren bürokratik kadro, bu sebeple dine değil Batı düşüncesine dayanmıştı.
Bu süreçte yapılan reformlarla sürdürülen her aşamada, dinin önemli fasılları terk edilerek aşıldı. Bürokrasi dini terk ederken “iyi” olarak bildiği şeylere kavuştu. Onlar için devlet iyiydi. Devleti kurtardığını düşünürken ötesine berisine bakmadı. Çünkü onlar devlet varsa var olan bir sınıftı. Bu arada kendisi de “makam”, statü”, “para” olarak ifade edilen dünyevî hayattaki durumunu kurtarmıştı. Başından bugüne süreç boyunca hiçbir aşamada İslamî bir düzen düşünülmedi. İslam’a dayalı bir yenilik girişimi yapılmadı. Yapıldı da Allah vermedi değil, yapılmadı. Bu sebeple Allah kullarına istediklerini verdi. Onun için bu memlekette İslam, dünyevi hayatta da kendisiyle kurtuluşa erilen bir din değil, kendinden istifadeyle dünyevî vaziyeti kurtarmanın aracına dönüşen bir din olmuştur.
Ahaliye gelince, bu millet İslam’ı sever. Onun için en yüksek değer İslam’dır. Fakat İslam’ın aslını ve ne olduğunu bilmez. Fasıllarını bilir. Çünkü İslamî bir sistemi hiç tanımamıştır; uzun dönemler boyunca tanıdığı, bildiği İslam, tıpkı bugünkü yaşadığı İslam’dır. İslamî sistemden de anladığı, başı derde girdiğinde devletinin kendisini dinle savunduğu bir şeydir. Bu İslam, kişisel, fikrî, kültürel ve özel alanı ifade eder. Toplumsal hayatta semboller, efsaneler ve ritüellerle yaşanır. Bu halk, bu ülkede reform süreçleri boyunca yapılıp edilenleri bu sebeple algılayamadı. Bütününü tanımadığı ve bilmediği İslamî bir düzeni geri getirmek adına itiraz etmedi. Direnişe de geçmedi.
Bu toplumda 1923-1950 arası içe kapalı bir devredir. Ahaliye sıkı baskı vardır. 50’den itibaren Kur’an okuyan, dinini Kur’an’dan öğrenen nesiller dönemi başladı. 1970’lerin ilk yarısına kadar doğru bir çizgide rota takip eden bu nesil, her tarafa yayılmış müthiş bir potansiyel üretti. Ülkeyi de bölgeyi de etkileyecek bir rota takip ediyordu İslamî düşünce. 70’lerin sonunda Ortadoğu’daki siyasî çalkantılar, İran devrimi, Afganistan’ın işgali, Filistin meselesi, bu nesle ümmet çizgisinde yeni ufuklar kattı. Bu gelişme devlet rotasının dışına çıktığı için, gidişat dâhil olduğumuz kapitalist bloğun hayrına değildi. Alarm zilleri çaldı. Stratejik akıl ve politikalar devreye girdi. Düşünsel ve fizikî devşirme taktikleriyle o muazzam potansiyelin rotası değiştirildi.
Ahaliyle ilgili kısımda, 1950 ile 80 arası süreçte, şartlara göre, aşama aşama sosyal olarak Tasavvuf ve Nurculukla, gençlik düzeyinde komünizmle mücadele dernekleri ve yeniden “milli” mücadelecilikle, siyasî çapta “milli” particilik ve partinin gençlik kollarıyla ırmaklar aynı denize akıtılıyordu.
Özal dönemi boyunca Kur’an okuyan nesil dâhil ne var ne yoksa hepsi aynı paydaya dâhil olacaktır. Radikali, ılımlısı, sosyo-kültürelcisi, siyasî partilisi dâhil tümü, küresel sistemin, onun parçası olan yerli sistemin ve onun üzerinde bütünleşen toplumun birer parçası oldular. Küresel sistemin geçtiği yeni aşamada her türlü dinî, ideolojik ve kültürel farklılığa açtığı serbest alanın, gerçekte bir “öz” değiştirme süreci olduğunu anlayamadık. Oysa Kemalistler dâhil ülkedeki her grup kendisini buğday sanmaya devam ediyordu. Bükemediğin bileği öpeceksin derler, bu stratejik akla şapka çıkartmalı!
Bazı şeyleri geç öğreniyoruz. Olsun. Oyunun içinde olanlar, al-ver işiyle uğraşanlar çok şey biliyorlar aslında. Şu ülkenin insanı için balık hafızalıdır derler. Balığın hafızası ne kadarsa…  Bizim cenahta dahi yakın tarihi bilen, süreci doğru okuyup gerekli dersleri çıkartan yeterli sayıda insanımız yok. Kötü olan bu. Hayat hızlı akıyor ve 50 yıllık geçmiş dahi “fi” tarihi gibi bilinmiyor. Yazılıp çizilen ve konuşulan kahramanlık hikâyeleri gerçeğe değil hamasete ve kültürel siyasete yöneliktir. Bundan da kazananlar var tabii. Dolayısıyla her şey sanki her nesilde yeniden ve sıfırdan başlıyor. Bu ise stratejik akla, hafızasız nesilleri istediği gibi yönetme fırsatı veriyor. Bu tespitten sonra “şimdi” için bir iki kelam edelim.
Hareket noktası için
Yeniden dirilip hesaba çekileceğine inanan birisi, dünya hayatındaki yaşayışını İslam’a göre tanzim eder. İslam her şartta, her çağda ve her toplumda yaşanabilir bir dindir. Bu sebeple “silme” girip ben Müslüman’ım diyen bir kul, dünyanın bir imtihan alanı olduğunu bilir. Bu kul için dünyada bulunuş gayesi artık bir iman-küfür mücadelesidir. Bu mücadele yalnızca savaş alanlarında değil daha fazlasıyla sosyal hayatta yapılır. Bunun adı haram-helal ölçülerine titizlik göstermektir.
Buradan hareketle şu tespit hareket noktamız sayılsın: Bugün ülkemizin de bir parçası olduğu bir dünya sistemi var. Sistem, günlük hayat dâhil kimliğimizi de etkiliyor. Bu sistem küfrü yürürlükte tutuyor. Çok ilahlı, putperest bir toplumsal yapıyı cari kılıyor. Fitne ve bozgunculuk bu sebeple yeryüzünde egemen. Akıllar, nesiller ve din bozuluyor. Bunun içindir ki müşrikler Müslümanlar üzerinde hükümran vaziyette.
Ellerinde nass olan, doğruyu-eğriyi bilen Müslüman bir topluluk, hayatın anlamını başka tanımlar. Bundan dolayı mevcut putperest toplumun ve sistemin bir parçası olmaz. Ona rağmen başka bir anlayış, başka bir var oluş ve başka bir toplum olmak için mücadele eder. Bu hayatı küresel kapitalist sistem yönlendiriyorsa, hayatın gerçeği bu ise, Müslümanlar, kavimlerine tek ilah olan Allah’ı duyurmak, onlara mevcut ilahlarının boş, yaptıklarının şirk olduğunu anlatmakla mükelleftirler. Bu sebeple düşünce ve anlam seviyesinden başlayarak, aşama aşama değerler bazında ayrışmaya başlarlar. Toplum içinde kendi pozisyonlarını alırlar. Süreci devam ettirmek ve anlamlı kılmak, baştan itibaren toplumlarının bir parçası olmadıklarının bilincinde olmaktır. Çünkü kavimlerinin inandıklarına inanmaz, taptıklarına tapmaz, yaptıklarını yapmaz, yürüdükleri yolda yürümezler. Bunlar, toplumlarına uymaz, tersine toplumlarını kendi yaşadıkları hakka çağırırlar. Hak ve batıl böylece ve her şekilde karşı karşıya gelir. Ve Allah iki “taife” arasında hükmünü verir. Neden böyle olmadığına çok yakın tarihten istifadeyle cevap arayalım ve parçaları bütünleştirelim.
I. Dünya Savaşı’nın bitiminden 1990’a kadar dünya iki kutupluydu. “Özgür, demokrat ve sağcı Batı”, “Komünist, demir perde ve solcu Doğu”. Batı “iyi”, Doğu “kötü”ydü. Batı’yı Amerika, Doğu’yu Rusya temsil ederdi. Müslüman cenah, kitap ehli diye külli Batı taraftarı, din düşmanı diye külli Doğu karşıtıydı. Şimdilerin anti-kapitalist solcuları gibi o günlerin de anti-komünist sağcıları çok yaygındı. Kur’an ayetleri buna uygun olarak tefsir edilir, hadisler buna uygun şekilde sıralanır, içtihatlar buna uygun şekilde yapılırdı. Netice-i kelam, iki-üç nesil bu suni kamplaşma sebebiyle boşa çıkmış, heba olmuştur.
“Komünist Rusya varken bu sistemde özgür olunamaz, çünkü orada proleter diktatörlük var” derlerdi. “Zengin olamazsınız, çünkü hür/özel teşebbüs yasak” derlerdi. “Halkın iradesi ile seçilmiş demokratik yönetim yok, çünkü işçi sendikası ve politbüro var” derlerdi. Ne yapılmalıydı o zaman? Özgür Batı’yı, halkın iradesine dayalı demokratik sistemi ve pazar ekonomisini seçmelisiniz.
Bizim ülkede bu işten “para kazanan”, “iyi yerlere gelen” ve “statü” elde edenler olmuştur. Müslümanlar bu dönem olduğu gibi o dönemde de iyi “gaza” getirilmişti. Son iki yüz yıldır bu “gazlar” bitmiyor zaten! Birinden kurtuluyor diğerine düşüyoruz. Birileri bugün de yine iyi paralar kazanıyor, iyi yerlere geliyor, statü elde ediyorlar. Bu gibiler sayesinde hiç bir zaman İslamî bir düzen gelmiyor. Denendi de olmadı değil, asla böyle bir şey denenmedi. Genetiğe dikkat diyelim!
Yerine daha iyi bir icat yapılamadığı için olsa gerek, bu memlekette en iyi kazandıran “yatırım” aracı hâlâ dindir. Ne muazzam, ne büyük bir potansiyel bu. Fakat birileri bu potansiyeli kendi amaçları doğrultusunda aynı muazzamlıkta yönetiyor. Bu işi beceren ve yöneten üst akla selam durmalı! İşin bir yanı buydu. Diğer yanına gelince, onu da bir sonraki yazıda anlatalım.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Anonim için bir cevap yazın Cevabı iptal et

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir