Ne Olacak Bu Dünyanın Hali?

Ne Olacak Bu Dünyanın Hali?

Türkiyeliler olarak alışığız biz “ne olacak bu memleketin hali” kaygısına ve “şimdi her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” telaşı ve propagandasına ya, oradan mülhem bunları küre çapında yinelesek diye düşünmek istiyorum.
Ne olacak sorusu toplumsal çapta düşünüldüğünde yerleşik olanın, alışıldık olanın değişmeye ve zeminin kayganlaşmaya, eskiden bir kopuşun hissedildiği dönemlerde önemli hale geliyor. Haklı kaygılara yol açıyor çünkü yeninin ne olacağının ve ne getireceğinin belirli olmadığı durumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla her sosyal katmanı doğrudan ilgilendirir.
Her kesimi ikna eden bir toplumsal ve siyasal mutabakat genellikle sağlanamadığı için de birlik ve beraberlik çağrısı devreye girer. Burjuva kesimi veya işçi tarafı olsun modern çağdaki sınıfsal devrimler, biraz da bunu çağrıştırmaz mıydı? İki sınıf arasındaki temel sorunun devleti ve parayı kimin yöneteceği olduğunu bildikten sonra.
Bizde Osmanlı’nın yıkılmaya başladığı ama yeni bir durum arayışının da sürdüğü devrelerde, ne olacağının netleşmediği karmaşık ve krizli zamanlarda, gününden ve geleceğinden endişe duymayı, çoğunlukla da korkuyu ifade etmişti ilk söz. Ardından bu ülkede sonradan kurulan yeni için ikinci söz gerekmişti. Gerekmişti çünkü yeni, yukardan aşağıya dayatmayla getirildiği için bir türlü toplumsal kabul görmemiş, sular da hiç durulmamıştı. Kabaca 1800’lerin başından beri süregelen reform çabalarının devamı olan cumhuriyette yeni olan neydi ki? Bunun kabul edilir cevabı yoktu.
Yeni olanda bilinen ve görünen şey, devletin sahiplerinin el değiştirmesinden başka değildi aslında. Bizim bu konudaki hikâyemiz böyle başlamıştı ve yeni, halen de geniş çapta kabul edilmiş, meşruiyetini sağlayabilmiş değil. Çünkü devrim iddiaları, kurtarıcı ata formülü, on yılda on beş milyon genç yaratma hayalleri, cumhuriyetin kazandırdıkları gibi propagandalar her kesimi ikna için yetmemişti.
Yeni devletin zamanla bir büyük sorunu daha olacaktı. Özetle bu, küresel gelişmeler karşısında içerde hesaplanmayan önemli değişikliklere gidilmek gerektiğiydi. Bu durum yeninin kendini yenilemeye çalıştığı dönemeçlerde sıklıkla karşılaştığımız sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik krizlere ve toplumsal çatışmalara yol açacaktır. Bu durumlar hafızalara kazınmış o soruyu tekrar akla getiriyor ve ardından birlik çağrısının yenilenmesini sağlıyordu…
Buradan hareketle yer kürede olanlara baktığımızda benzer bir fotoğraf görmeye başlıyoruz sanki. Neredeyse her açıdan tekçileşen bir dünyaya şahit tutuluyoruz günümüzde. Küresel kapitalist sistem, liberal özgürlüklerin coşturduğu insanlık âlemini, becerdiği kültürlenme sayesinde tek cendereye soktu. Kendisi dışında geriye kalan her ne varsa değersizleştirdi, anlamsızlaştırdı. Buradaki sorun neydi o zaman?
Avrupa’da Rönesans ve Aydınlanma ile başlayan birkaç yüz yıl öncesi yeni süreç, eskiden kopuşun işaretleriydi. Burada yeni giderek endüstriyel üretimi, kentli ama sivilleşmiş bireylerden oluşan ulus toplumu, demokratik siyaseti, piyasa için üretilen sanat, müzik, edebiyat ve sporu, rasyonel amaçlı ticari ve mesleki çalışmaları ve bireysel özgürlük temelli çıkarcı ilişkileri getirdi. Buradan varlık âleminde, doğada ve toplumda yaşayan varlıklarla kurulan ilişkilerde tanrısal role soyunan insan tipi çıktı ortaya. Azgınlaşmış bit tipolojiydi bu. Hemcinsine ve kozmosa zorbalık etti, hükümranlık tasladı. Yeni olan buydu tamı tamına.
Gelenek diye biçimlendirip aşağıladığı, değersizleştirdiği eskiyi, geçmişi reddetti. İlkellik dedi, yok saydı. Böyle de yapmalıydı çünkü o varken kendisi var olamazdı. Öyle bir paradigma kurdu ki her yerde ve zamanda olağan bilinen normal “değişim” başkalaştı, kutsallaştırıldı. Lineer tarih yorumu, evrimci sosyal hayat, ilerlemeci ve kalkınmacı ekonomi-politik, cinsiyet ve cinsellikte özne olan bireyle zihinleri çeldi, insanlığı kuşattı.
Yeni durumda pazar yani market, tek geçerli değer ölçüsü oldu. Pazarda alım satım değeri olan kıymetli, olmayan kıymetsizleşti. Ahlaki değerler dahil insan, insani vasıflar ve ilişkiler, aile, nikah, nesiller arası bağlantı, kadın erkek ilişkisi, gelenek, töre, zanaat, edebiyat vs geçmişte insanlığın insanlığı yüceltme adına ürettiği ve önemsediği her ne varsa, böylece metalaştı. Geleneğin içinden seçmece kötü örnekleri öne çıkararak meşrulaştı.
Büyülenme öylesine sardı ki, “değişmeyen tek şey değişim” olduğunda her alandaki değişim kutsallaştı, kolayca benimsendi. Değişim kuraldı, ilerlemeydi, konfordu, uygarlıktı, iyiydi. Hep yeniyi, daha yeniyi, daha da ileriyi bunun için talep ettik. Doyumsuz, mutsuz insanlar çıktı ortaya. Tüketim nesnesi olduğumuzu, bırakın gelecek nesillerin haklarını bencilce tükettiğimizi, evrende var olan tüm canlı varlıkların ve çevrenin dahi katilleri olduğumuzu fark edemedik.
Değişimin aynı zamanda çürüme olabileceğini unutturdular. Çürümenin, ekşimenin, kokuşmanın, değersizleşmenin, barbarlaşmanın da değişim olduğunu canımız yanınca, bedenen hissedince öğrenmeye başladık. Ülkeler işgal edilince, katliamlar baş gösterince, iç savaşlar çıkartılınca, farklı kültürler değersizleştirilince, doğa ve çevre hunharca tüketilince aslında neler olduğunu anlayabildik.
Her yeni kendi propagandasını yapacak elbet, tutunmak, benimsenmek, yaygınlaşmak ve meşruiyet bulmak için. Kendince haklı gerekçeleri de vardı aslında bu defaki yeninin. Ortaçağın karanlık Avrupa’sında insanlığın çektiği onca çileler, kapıştığı aktörler nezdinde aydınlanmacılara haklılık sağlamıştı. Aydınlanma’nın insanlık tarihi değil sadece bir Avrupa tarihi olduğunu düşündüğümüzde anlamlıydı ancak yeni.
Aydınlanmanın önünde üç engel vardı aşması gereken: monarşi, aristokrasi ve kilise. İlk ikisini yıktı yerine yenilerini getirdi. Sonuncusunu zorlanarak da olsa değiştirip dönüştürdü, uzlaşı yolu buldular birlikte. Dönenim bilgi merkezi, toplumsal yapının ve siyasal sistemin meşruiyet dayanağı, Kilise nezdinde Hıristiyanlıktı o zaman. İşte onlar çok çektirmişti Avrupalıya, bu nedenle kötü şöhrete sahiptiler.
Aydınlanma, Kilise ne diyorsa eleştirdi, söylediklerinin tersini yüceltti. Gerçek rakibi oydu çünkü. Söz gelimi ne diyordu Kilise, dünya bedeni, ahiret ruhu temsil eder. Beden çile çekmeli, ruh arındırılmalıydı. Dünya günah merkezi olduğu için uzak durulmalı, ahiret için zühde dalınmalıydı. Bilgi, skolastik paradigmayla hayat önemsenmeden salt kitaptan üretilmeli, dünya hayatı ve varlık alemi kitabi bilgiyi tekeline alanlarca tanımlanmalıydı. Söz gelimi dünyanın yuvarlaklığı veya düz olması değil, Kilise’nin ne buyurduğu önemliydi.
Kilise’nin otoritesi kırıldığında din de, Kilise’nin temsil ettiği Tanrı ve kuralları da dünyanın ve bedenin dışına itildi. Yerine, yeni Tanrı, yeni din, yeni kurallar ve otoriteler icat edilmeye başlandı. Geçiş sürecinde doğal olarak bir boşluk oluştu. Müslümanlardan intihal ettikleri kadim Grek felsefesi imdada yetişti ve paganizm-çoğulculuk yeniden keşfedildi. Böylece ruhban yerine seküler, Tanrı yerine modern devlet, dini kurallar yerine laik kurallar, cemaat yerine sivil toplum, mü’min yerine özgür birey, aristokrat yerine burjuva, monarşi yerine cumhuriyet getirildi.
Zamanla çözülmesi gereken büyük bir sorun çıktı ortaya, hesaplanmamış. Grek felsefesinde, Roma paganizminde metafiziğin tanrısı din buyurmazdı. Ona ibadet edilmez, dua edip ondan yardım dilenmezdi. Tanrı, yol gösteren, ölçü koyan değildi.
Aydınlanma’da eski Tanrı öldürülmüştü ama yeni tanrılar bu işleri görmeye hazır değildi henüz. Uzun süre bu boşluğu doldurmaya çabaladı aydınlanmanın filozofları, tıpçıları, fizikçileri, astronomları, sosyologları, psikologları, edebiyatçıları ve sanatçıları. Çoğu bu nedenle kafayı yedi, aklını oynattı, dellendi. Ateizm, teizm, deizm derde deva olmak üzere piyasaya sürüldü sonra.
Aydınlanma dini “religion” olarak tanımladı. Tanrı’yı aşkın, vahyi metafizik bilgi yaptı. Pozitivist zihniyet ve bilimsel bilgiyle test edip doğrulayamadığı için gaybi bilgiyi reddetti ya da yeniden tanımladı. Din böylece dünyadan, bedenden ve kamusal hayattan kovuldu, kişisel ve vicdani alana itildi. Kültürelleştirildi, bireyselleştirildi, vicdanileştirildi.
Ahiret reddedildi, ruh değersizleşti. Beden yeniden keşfedildi. Cennet artık bu dünyada kurulacaktı. Bu nedenle dünya önemsendi, onu temsilen beden yüceltildi. İnsan bedeni kişinin mülkü oldu, tasarrufu kendine ait kılındı. Her tür otoriteden bağımsızlaşan bireyden haz, nihilizm, özgürlük fışkırdı. Skolastizm yerine rasyonalizm, romantizm ve bilimsel bilgi otorite olmuş, her şeyi açıklama tekelini eline almıştı.
Süreçte felaketlerin en büyüğü olarak ulus toplum, ulusal değerler ve ulus devlet cenderesi geldi insanın başına. Ulusal ekonomi, ulusal sınırlar, ulusal bayramlar, ulusal törenler, ulusal kurtarıcılar, ulusal parlamentolar, ulusal çıkarlar, ulusal dinler ve kutsallar gelişti. Soyguncu, talancı, kıyıcı, katliamcı burjuva sınıfı giderek sanayici, finansçı oldu ve inşa ettiği modern kentlerde kapitalist üretim tarzını üretti. Nihayet politik iktidarı, teknoloji ve pazarın tekelini eline aldı.
Vahşi kapitalist dönem yeniden karanlığa sürdü insanı. Marksizm geldi ardından. İnsanlığın vicdanını temsil etti bir dönem. Eşitlik, özgürlük ve adalet istiyordu vahşi kapitalistlerden. İşçiden, emekten, ezilenden yanaydı. Anarşist felsefeyi bir adım öte geçerek toplumsal ve siyasal bir model önerdi. Düşündüğü coğrafyada olmasa da Asyatik toplumlarda devletler kurdu. Refah devletine, sosyal demokrasiye geçen, sendikal örgütlenme mücadelesi sonucu işçi sınıfına ileri haklar vermeye başlayan Avrupa, Marksizm’in altını çaldı, boşa düşürdü. Marksizm, modern paradigma içi muhalefet olduğu için ana bir kardeşi liberalizme yenildi ve tarih sahnesinden çekildi sonra…
Bugün küresel sistematiğin karşısında esaslı bir muhalefet ve paradigma dışı bir öneri yok.  Müslümanlık, Müslümanlara rağmen potansiyel olarak orada duruyor ve onu canlandıracak, fonksiyonel kılacak kuşakları bekliyor. Modern akıldan, bilgiden, düşünüş biçiminden sıyrılıp kendi kadim geleneği yenilenmiş ve çağdaşlaştırmış haliyle ihya edecek bir nesle ihtiyaç var. Olacak bu. Kural böyle söylüyor çünkü. İnsanlığın elinde kalan tek umudu bu çünkü.
Ülkemizin aydınları, muhalif vicdanı temsil edenler İslam’ı bilmiyorlar. Onların din konusundaki ezberleri, Aydınlanma tarihinin Hıristiyanlığıdır. Paradigma içinde muhafazakarlaşarak uzlaşmayla küreselliğin taşeronluğunu yapanlar ya da uluslar arası operasyonlar için kullanışlı araca dönüşenler, onların dine olumsuz bakışlarını destekleyebilir. Bir iki yüzyıllık birikmiş öfkenin, işgal edilmişliğin, aşağılanmışlığın, üretilmiş doğulu diktatörlüğün altında ezilmişliğin verdiği tepkisellik bu oysa.
Geçicidir, geçecektir bu durum. Geçmişte Avrupalıların, sonradan ABD ve müttefiklerinin yeni kanallar açarak suyun yönünü değiştirmeleri, o kanallarda azgınlaşarak taşan sellerin çevreye verdiği zararları fark ediyor artık insanlık da, Müslümanlar da. Bu sistem bir iradeye dayanıyorsa, özüne dönen başka bir irade bu oyunu bozacaktır. Değerleri olan, referansları olan, değiştirilememiş esasları olan Müslümanlık olacak bu.
Tüm insanlığa çağrısı olan tek öneri İslam kaldı. Kaldı çünkü ulusal, bölgesel, etnik, mezhepsel, tarihsel, kültürel sınırlarla kayıtlı bir din değil bu. Tüm dünyayı ve tüm insanlığı kuşatıcı çağrısı var. Ve bu din bireyci değil toplumcu, ilerlemeci değil istikrarcı, rekabetçi değil dayanışmacı ve paylaşımcı, değişimi kutsamayan sabitelere sahip.
Neden Müslümanlık? İnsanoğlunun tanıdığı en yüce ahlaki değerleri taşıması ve temsil etmesi gerekenler Müslümanlar olmalıdır. Kitabi olan bu, peygamberlerce öğretilen din bu. Dahası, Müslümanların ellerinde böyle buyuran kitapları, efsanelerden ayıklandığında sahici örnekliğe sahip peygamberleri var. İnsan elinin, ruhban sınıfının, sermaye sahibinin ve siyaset esnafının değiştiremeyeceği referanslar bunlar.
İnsanlık tarihinde paranteze alınacak bir dönemi ifade eden Aydınlanma süreci ve aldatılan Müslümanlık algısı ve temsili tükenmek üzere. Akıl sağlığına kavuşacak Müslümanların günü başlıyor. Akut krizler geçecek ve insanlık gün yüzü görecek yeniden. Gölgesinde ve duldasında farklı herkesin, her kesimin, her inanç sahibinin adam gibi yaşayacağı, kendini rahat hissedeceği, adaleti sahici olarak bulacağı peygamberlik çağı yeniden başlayacak. Tarih, zaman ve mekan lineer değil çünkü.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir