Göçmenler Çağı

Göçmenler Çağı

1
Sanayi devrimine, endüstriyel üretime geçişte büyük göçler yaşadı insanlık. Bu göç dalgası, bile isteye, bizatihi tercih edilerek yapılmış bir hareketlilik değil, mecburiyettendi. Bu göçler, kendi zamanını, kendi mekânını, kendi kültürünü ve kendi hayatını yaşayan, sade, dürüst, iyi huylu, dini değerlerine bağlı insanı kopardı her şeyinden. Köylerini, kasabalarını, küçük şehirlerini terk ederek sanayi kentlerine doğru yol aldı insanlar bu göç dalgasıyla.
Eski mekânındayken kendi işini yapan, yüzyıllardır süre gelen kadim kültürüyle dayanışmacı ve katılımcı cemaatinin Mü’mini olarak özgürce yaşayan insan, yerinden yurdundan edildi, bağından ve kökünden kopartıldı.
Azgın kapitalistler her tür hileyle allak bullak ettiler hayatı. O güzel insanın kendi yerinde işlerini bozdular ilkin. Güçlerini dağıttılar sonra. Nihayet hayvancılığını yapamaz, tarlasını ekip biçemez oldu bu insan, zanaatı geçersiz kılındı. Çünkü fabrikasyon seri üretim, ucuz maliyet ve ürün çeşitliliğiyle pazar hâkimiyeti sağlandı, diğerinin ise tüm dünyası paramparça edildi. Derken herkesi işçi yaptılar.
Batı’da sanayileşmiş kentlerde sosyal lojmanlara tıkıştırılan köylü, küçük esnaf ve zanaatkâr artık kapitalizmin kölesiydi. Tek başınaydı. Emeğinden başka satacak bir şeyi kalmamıştı. Kazancıyla ancak karnını doyuruyordu. Çalışmazsa açtı.
Süreç içinde geleneksel aile bozuldu, dayanışma çökertildi. İşçinin hacet giderebileceği tüm kapılar kapatıldı. Kadın özgürlüğüne kavuştu. Marks’ın tespitiyle, ortaçağda sadece evlenecek kızın ilk gecelik hakkına sahip olduğu için Lordluk düzenini eleştirenler, yani burjuva, genç kızların ve kadınların her gününe ve her şeyine sahip oldu.
Artık Hıristiyanlık-Kilise itibarsızdı. Bilgi üretim tekeli elinden gitmişti. Cemaatine bağlı Mü’min de, ekümenik ümmetin parçası cemaat de yoktu artık. Hepsi çözülmüştü. Değerler sistemi de dolayısıyla değişecek, başka bir kültür ortaya çıkacak, başka bir hayat başlayacaktı. “Kentli birey” ve “özgürlük kültürü” var oluyordu. Cinsiyet ayırımı başladı. Birey, işçi kimliğiyle sivil sendikaların, sivil toplumun üyesiydi. Sivil toplumlar ulus toplumun parçası, ulus toplum da ulus devletin bağlısıydı. Bilgi üretimi de üniversitelerin eline geçti.
2
İkinci Dünya Savaşı sonrası insan kaynaklarında sorun yaşayan Avrupa, birçok ülkeden olduğu gibi Türkiye’den de işçi istedi. Sağlığı, yaşı, cinsiyeti tek tek ve titizlikle elden geçirilen genç Anadolu insanı, çiftini çubuğunu bırakıp gitti. Ailesini, akrabasını, yurdunu terk edenler geçici bir süre için gittiklerini düşündüler ilkin. Para kazanıp geri döneceklerdi. Avrupa da benzer düşünüyordu aslında.
Gelişmeler umulduğu gibi olmadı. Ucuz emek olarak, yerli işçilerin yapmak istemediği pis işler için çok uygundu yabancılar. 70’lerde bir dert çıktı ortaya. Yabancılar, Avrupa kültürüne uyum sağlamıyorlardı. Bunun için eşlerini ve çocuklarını yanlarına getirme fırsatı verildi. Gurbete gelen Müslüman kadın, beklentileri ters yüz etti. Yuvasını yeniden kurdu, ailesini toparladı. Avrupalı olmak yerine kendi kültürünü ihya etti.
turk_kadini_almanya
İkinci, üçüncü nesil derken küçükken gidenler, oralarda doğup büyüyenler oraların kültürüne aşina olmaya, bireyselleşerek anne babalarından kopmaya başladılar. İlk nesil gibi değildi bunlar. Kültürel olarak değişim yaşadıklarını fark edemediler. Ülkelerine yabancı kaldılar, akrabalarını tanımadılar. Geniş bağlar koptu. İzinlerinde başka ülkeleri tercih eder oldular. Evlilikler sözleşmeye dönüştü, çocuk sayısı azaldı. Para kıymetli hale geldi. Kadın değişince, özgürleşip bireyselleşince modern kültürün etkisine girdiler. Benzer durum Türkiye’de vuku bulan iç göçte de aynen yaşanacaktı aslında.
Çokça insanımızın olduğu Almanya örneği ilginçtir. Üçüncü nesilde hissiyat olarak Almanya’ya, aidiyet olarak ülkelerine bağlılık gibi yabancı garip bir durum çıktı ortaya. Babalarının ve annelerinin hassasiyetleri tercihe şayan bulunmadı onlar tarafından. Onlar ne Türkiyeli kalabildiler ne Almanyalı olabildiler. Ne Ateist Hıristiyanlığa geçebildiler ne de Müslümanlıklarını terk edebildiler. Ne modern kültürü içselleştirebildiler ne de Müslüman kültürü üretebildiler.
İlk neslin zar zor kazandıkları, çeşitli vesilelerle çarçur edildi. Tüm iyi niyetleri istismar edildi onların. Evlatlarına dini bilgiyi aktarma çabaları, alabildiğine fedakârlıkları doğru dürüst karşılık bulamadı. Partiler, cemaatler, örgütler Türkiye’deki çarpıklığı aynısıyla oraya taşıdılar. Kendi rüştünü ispat edemeyenler eliyle yapılan kurtarma faaliyetleri gerçekte oraları da bozdu. İki nesil devam edebilen çalışmalar gerçekleştirilemedi o yüzden. Kendilerine ve yaşadıkları şartlara has sağlıklı bir gelenek ve kültür de üretilemedi bu nedenle. Nihayet oralardaki potansiyeli en geç fark eden devlet oldu, bu fırsatı iyi değerlendirdi ve Diyanet aracılığıyla her şeye el attı.
goc
3
Sanayileşmeyle başlayan göç dalgası, ilkin Avrupa’nın kendi içinde gerçekleşirken daha sonra yabancı uyruklu insanlara duyulan ihtiyaçla mahiyet değiştirdi. Kapitalist sürece geç başlayan ülkelerde de benzer bir durum ortaya çıktı. Görece gelişmiş ülkelere daha fakir diğer ülkelerden siyasi sebeplerle akın akın giden mülteci hareketi de katıldı bu göçerliğe. Ve bir yabancı, bir göçmen, bir mülteci topluluk sardı buraları. Modern çağ artık göçmenler çağına dönüştü neredeyse. Ve göçmenler, yaşadıkları ülkelerde normal vatandaşlık haklarına sahip olamadılar.
Birkaç yüzyıllık ulus kültürü ve ulusal değerlerle yetişen insanlık, doğal olarak düşman belleyecekti ülkelerine gelen yabancıları. Yabancılar, sayıca artıp dikkat çekmeye, yaşadıkları yerde yabancı muamelesi görmeye başlayınca kendi değerleriyle var olmak istediler tepkisel olarak. Dil ve din meselesi, etnik ve mezhebi farklılıklar, komün hayatını da beraberinde getirdi modern toplumun içinde. Bu ise Avrupa kültüründe asimile olmayı engelledi. Bu durum sorunları hepten büyüttü.
Gelişmiş ülkelerin yepyeni bir sorunu çıktı ortaya: Yabancılar. Ulus kültürü, ulusal kimlik, ulusal kutsallar nedeniyle bu sorunun altından kalkmak mümkün olmuyordu. Bir Alman bir Türk’le, bir Fransız bir Cezayirliyle, bir İngiliz bir Pakistanlıyla, bir Hollandalı bir Mağripliyle eşit haklara sahip olmak istemiyordu. Avrupa’da İslamofobia olarak nitelenen düşmanlık dalgasının altında yatan sebep budur aslında.
Her göç dalgası, bir yerlerden, bir şeylerden kopuşu sağladı. Gidilen yerde eskiyi yeniden üretmek yerine var olan yeni şeyler rağbet gördü bir zaman. Zihinler, kültürler, yerleşik olma özelliğinden ziyade göçer toplum özelliklerini yeşertti yeniden. Ne kendisi kalabilen ne de gittikleri yere uyum sağlayabilenlerdi bunlar. Böylece yeni bir durum, hesaplanmayan sonuçlar çıktı ortaya. Ulusal paradigmayla çözülemeyecek bu sorun, orta vadede çok daha büyük krizleri tetikleyebilir.
4
Sanayileşmeye, endüstriyel topluma geçişte ilk (öncü) olan Avrupa, kendi içinde sosyal düzeni, sınıfsal dengeyi ve siyasi sistemi önceden tasarlayarak kurmuştu. Total hayat, ekonomik ilkelerle kurulduğu için çok sorun yaşanmadı. Kentlerde yaşanır kılınan sosyo-kültürel hayatın ritmi, üretim sürecine uyumlu, makine düzeneğine ayarlıydı.
Her bir insan sosyal hayatında bu makine düzeneğinin, üretim sürecinin küçük bir parçası olarak işlevseldi. Üretim sürecinde görevini yapmayan bir makine parçası nasıl mekanik düzeneği aksatır, mamul çıkışını bozar, üretimi engellerse, o durumda bozulan parçanın hemen düzeltilmesi nasıl gerekirse, tıpkı bunun gibi, insan da sosyal hayatında sürece uyumlu, hayatın ritmine ayarlı olmak, düzeneğin küçük bir parçasıymış gibi yaşamak zorundaydı. Uyumsuzluk gösteremezdi. Aksi yöndeki tutum ve davranışların sonucu ağır ekonomik cezalardı. Bu açlık, bu sefalet demekti. Bu adamın gidecek başka kapısı da yoktu. Ve Batılı insan, bu sosyal hayatın bir parçasıydı. Devlet yetkisiyle donatılmış polis gücü ise bu düzeni koruyan emniyet sübapı idi.
5
Küresel sistem, bir şekilde Amerika ve Avrupa’daki yerleşik sistemin kendileri dışında kalan yerlere de aynen transfer edilmesi anlamına geliyor. Sanayileşmiş Batılı bir ülke örnekliğinde bu sistem hem ekonomik alanda, hem sosyal hayatta, hem de politik iktidar bazından ve kendi içinde nasıl uyumlu olmak zorundaysa, şimdi de küresellik sebebiyle, tüm dünya aynı düzene ve sisteme uyumlu olmak zorunda bırakılıyor. Dünya düzeninin ve kurulu sistemin arızasız yürümesi için buna ihtiyaç duyulduğu zamanlardayız çünkü.
Benzer durumu anlamak için yaşadığımız ülke Türkiye’ye bakmamız, son yıllarda olup bitenlere dikkat etmemiz yeterlidir. Bu ülke geri dönülmez bir yola sapmış, finale gelmiştir. Etnik ve mezhebi farklılıkların küresel düzeneğe nasıl ayak uydurduğunu hep birlikte görüyoruz.
Avrupa, Türkiye ve bazı Uzak Asya devletleri gibi ülkeler için ciddi sorunlar aşılmış, süreç uyumlu şekilde işlemeye başlamıştır. Eski düzene dayalı sosyal, siyasi ve ekonomik yapıların birtakım krizler vasıtasıyla itiraz etmeleri sonucu değiştirmeyecektir. Bunların dışında kalan diğer ülkeler, bir şekilde dünya sistemine uymaya zorlanmaktadır. Bu bağlamda Balkanlarda, Asya’da, Kuzey Afrika’da, Karadeniz koridorunda ve Ortadoğu’da gelişen sosyal ve siyasi kargaşaların gerisinde bu gerçekler yatmaktadır.
6
Post-modern durum, modern dönemde sorunlara yol açan sebepleri aşmak istiyor. Batı’da birikmiş sermaye atıl durumdadır. Oralarda emek piyasası pahalıdır ve pazar tıkanmış vaziyettedir. Yabancı göçmenler vasıtasıyla çözüleceği umulan sorunlar, başka sorunlara yol açmıştır.
Göçmen akınını durdurmak, ucuz emeği kendi ülkesinde kullanmak akıllıca gözüktü onlara. Parçalı üretim sürecinde gelişmekte olan ülkelere kaydırılan teknoloji ve sermaye transferiyle parça başı üretim yaptırılmaktadır. Bu süreç, yeni pazarlar doğurmakta, kendi ülkesinde tıkanan kapitalizmin önünü açmaktadır. Bu süreçte özelleştirme furyasıyla ulusal yatırımlar yok pahasına devredilmektedir. Hatta eğitim, ulaşım, enerji, sağlık, iletişim gibi temel sektörler talan edilmekte, sisteme giren ülkeler kolayca soyulmaktadır.
Çevrecilerin, ulusal işçi sendikalarının ve insan hakları derneklerinin dahi kendi ülkelerinin çıkarları için araçsallaştıkları, diğer ülkelerde yapılan soygun ve talandan kendileri de nemalandıkları için olan bitene ses çıkartmadıkları zamanlardayız. Yardım derneklerinin, sermayenin öncü kuvveti gibi çalışarak sisteme yönelik itirazları engelledikleri, katliamları örttükleri için uluslararası çalışma alanlarında destek buldukları bir zamanda yaşıyoruz.
Sistem, üçüncü dünyadan göçü zorluyor. İç savaşlar, mezhep çatışmaları, etnik kavgalar, insanları kendi ülkelerinde yaşayamaz hale getiriyor. Yurdundan yuvasından edilen göçmenler sonu belirsiz bir maceraya atılıyor, sığındıkları ülkelerde sahipsiz kalıyorlar. Yaşadıkları ülkelerde insanca yaşayabilecek haklardan mahrum bırakılıyorlar. Onlar sadece kapitalist piyasanın ucuz emek pazarında işe yarıyor, meta gibi alınıp satılıyorlar.
Bu gidişata dur diyebilecek, “Neler oluyor burada, bu kadarı da fazla artık” diye itiraz edebilecek kimseler yok. Ferdi çabaların merhamet sınırlarını aşamadığı, güç dengelerinin kendi içinde çarpışarak menfaatler üzerinde uzlaştığı çağdayız.
İnsanlık hiç bu kadar çaresiz, hiç bu kadar aciz kalmamıştı.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir