Din, Bilim ve Siyaset

Din, Bilim ve Siyaset

-1-
Batı zihnine göre geçmişte bilim eşittir din, din eşittir bilimdi. Neden böyleydi? İnsanlık tarihini kendilerine göre yaptıkları tarihsel tasnifte, bilgiyi üretenler din adamlarıydı. Yani ruhbanlar bilgi üretiyor, bilim yapıyorlardı. Bilim onların işiydi. Siyaseti kim üretiyor ve yapıyordu o zaman? Kral.
Antik dönemlerde bilim ve siyaset iki ayrı alan, iki farklı iş değildi. Başka bir deyişle bilim ve siyaset ayrı birer kategori olarak değerlendirilmemişti. Çünkü ruhban, dönem dönem krallık da ediyordu. Yunan sitelerinde kralın filozof, filozofun kral olması isteği bunun içindi. Bu anlayış sonradan Müslümanlara sirayet ettiğinde şehirlerin fazıl, yöneticilerin erdemli olma biçimi savunuldu.
Din ve bilimin birlikte düşünüldüğü kategori, dinin bilim olmaktan çok, bilimin din olması amacını taşımasındandır. Burada bilimin kendisi ya da bilimsel bilgi, din olarak adlandırıldı. Bu, dinin ve bilimin epistemolojik olarak açıklama biçiminden kaynaklanan bir şeydi. Çünkü antik akılda din, vahiy kaynaklı bir bilgi değil, epistemolojik bir kategoriydi. Bu tasnifleme gerçekte bir politikadır. Politikanın bilimsel bir kabulüdür.
Aydınlanma döneminde bilimle din kategorik olarak ayrışacaktır. Politika da doğal olarak dinden, politik olarak dini bilim yapan anlayıştan ayrışacaktır. Bilim farklı bir kategori olarak farklılaşınca kendi içinde de çeşitli disiplinlere ayrıldı. Din artık bilim değil, bilim de din değildi. Bu anlayış aynı zamanda din-politika, din-devlet, din-ekonomi, din-felsefe, din-toplum ayrımını da getirmiştir.
Bu devrenin dikkate değer en ilginç gelişmesi, bilimi kullanan, bilimi kendi amaçları doğrultusunda politik, felsefi, ekonomik olarak yönlendiren ve sonuçta yeni bir toplumsallık inşa eden burjuva kültürü ve medeniyetidir. Kapitalizm, gelişmesini ve yayılmasını bu kabule borçludur.
-2-
Marksist yoruma göre, bilim ya da din, epistemolojik bir kategori olmayıp sosyolojik bir kategoridir. Dolayısıyla üst yapıdır. Yani toplumun, toplumsallığın kendisidir. Bu nedenle din, egemenlerin yönettiklerini ikna aracı olarak ürettikleri ve kullandıkları tabudur, totemlerdir.
Marksist tarih yorumunda devlet ya da politik iktidar, belli bir aşamada ortaya çıkacak sınıf çatışmasının hem bir ürünü hem de bir aracıydı. Bu nedenle önce sınıfların ortaya çıkması,  gelişmesi gerekecek, sonra da bu çatışmanın sonucunda devlet ortaya çıkacaktı. Ama insanlık tarihi böyle gelişmedi. Önce devlet çıktı ortaya, sonra devletin kendisi sınıfları belirledi.
Aynı şekilde Marksizm, kapitalizmi, insanlık tarihinde bir aşama olarak, varılması gereken zorunlu bir aşama olarak gördü. Üretim araçlarının özel mülkiyete konu edilmesi dolayısıyla tarihsel süreçte zorunlu bir duraktı kapitalizm. Özel mülkiyetin ya da yoğunlaşmış ve tekelleşmiş sermayenin özel olma niteliği terk edildiğinde başka bir aşamaya geçilecekti.
Tarihsel tecrübe Marksizm’i yine yanılttı. Sermayenin ya da mülkiyetin özel olmaktan çıkıp kamusal yönetime geçtiği Marksist devlet modelinde, değişen bir şey olmadı. Sermaye bir elden başka bir ele geçti sadece. O el de mülkiyeti eşit oranda dağıtmak yerine kendi idaresinde tuttu. Eşitlik gerçekleşmediği gibi, mülkiyete sahip olamayanlar kamusal ele karşı özgürlüğüne de kavuşamadı.
-3-
Aydınlanma süreci dini, epistemolojik, metafizik, hukuki ve teolojik birer kategori olarak tanımladı, sınırlandırdı ve değerlendirdi. Bu nedenle sosyolojik olarak, toplumsal olarak tanımlamadığı gibi siyasal olarak da tanımlamadı. Bilim, bu süreçte kendisi din olduğu gibi, siyaset de dinden büsbütün ayrıştı. Her biri ayrı kategori oldu. Gerçekte bu da bir politikaydı ve bu politik kategorileşmeyi burjuva tayin etti.
Din, epistemolojik bir kategori olarak Tanrı’nın varlığıyla ilgili bir bilgi çeşidi mahiyetinde anlaşıldı. Yaratılışın izahında ilk hareketi sağlayan bir güç olarak izah edildi.
Metafizik bir kategori olarak, Tanrı’nın varlığı ve birliğinin ispatı olarak anlaşıldı. İlahiyat bilimi olarak geçmiş toplumsal süreçlerde insanlığın yaşadığı birer gelenek ve tecrübe tarzında dinler tarihi olarak ve kişisel ibadetlerle sınırlı bir disiplin olarak anlaşıldı.
Hukuki bir kategori olarak, kişisel bir inanç, vicdani bir tercih ve bunların hürriyetleri olarak anlaşıldı. Politik iktidarlar bu nedenle bireyselleşmiş din ve vicdan özgürlüklerini teminat altına aldı.
Din, o gün bu gündür sosyolojik veya toplumsal bir kategori, siyasi bir kategori olarak anlaşılmadı, tanımlanmadı, tariflenmedi, açıklanmadı. Bu nedenle sosyo-ekonomik ve politik iktidar alanıyla ilgisi olmadı. Bu alanlar bilime ve akla ait alanlar olarak kaldı.
-4-
Siyasetin, politikanın, kamusal alanın ya da devletin, modernleşme veya uluslaşma sürecinde dinle ilişkisi iki yöntemle kuruldu:
İlkinde, İtalya, Almanya, Fransa ve Türkiye örneğinde olduğu gibi, devlet dine karşı olarak kodlandı. Kimi yerlerde din, sıkıca kontrol altında tutuldu, kimi yerlerde düşman olarak muamele gördü. Katısı yumuşağı ile laiklik denen yöntem buydu. Buna rağmen dini karşısına alan devletler modernleşme, uluslaşma, kapitalistleşme sürecinde sosyal ve siyasi krizler yaşadılar. Söz gelimi Fransa 1789’da devrim yapmasına rağmen daha 1940’larda ancak normalleşebildi. Türkiye, 1923’de cumhuriyeti kurmasına rağmen 12 Eylül 1980’de Özal’la başlattığı normalleşmeyi 2014’de AKP ile hâlâ başarabilmiş değildir.
İkincisi, detayda farklılık olsa da, İngiltere, Hollanda ve Amerika örnekliğidir. Buralar daha çok kozmopolit toplumsal yapıyı içselleştirdi, ulusal tekçiliği geniş bir formda düzenledi. Bu modelde devlet dini yanına aldı. Modernleşme, kapitalistleşme ve uluslaşma sürecinde dini araçsallaştırdı. Seküler yöntem de buydu. Bu modelde çatışma olmadı. Din, siyasete, kamusal alana hiç karışmadı, kendi alanına çekildi. Devlet de dine karışmadı ama süreçte dinden çok yardım aldı.
-5-
Bugün dünyada burjuva medeniyeti, kapitalist üretim tarzı ve ticareti geçerlidir. Politik iktidarlar, ekonomik ilkelere ve gelişmelere göre şekillenmekte, yenilenmektedir. Dolayısıyla sosyal örgütlenme, kültür, insan tanımı ve insan ilişkileri de buna göre değişmekte, dönüşmektedir.
Mevcut kapitalist sistem ve onun temsilcisi sermaye, çok sınırlı insanların elindedir. Bunlar kendi çıkarları dışında hiçbir değere önem vermiyorlar. Onlar için tek geçerli değer, maddi çıkardır, paradır. Bu nedenle insanlığı, insani olan her şeyi, tüm kültürleri, çevreyi, dünyayı, canlı cansız varlıkların yaşam hakkını gasp edip her şeyi anormalleştirdiler.
Kapitalizm, sadece kendisini destekleyenleri değil, kendine düşman olanları dahi kullanabilme özelliğine sahip tek sistemdir. Bu nedenle politik alanda krallık olmuş, faşist ya da sosyalist düzen olmuş, dini sivilleştirmiş ve kişiselleştirmiş şeriatçı(!) yöneticiler olmuş, onun için fark etmiyor. Her birisiyle çalışmayı, her birisiyle uyumlu olmayı beceriyor. Yeter ki kapitalist ekonomik üretim tarzı ve kendince makbul serbest pazar ticareti yürürlükte olsun. Politik iktidarlar yapısal olarak bu sisteme uyum sağlasın. Diğer alanlardaki değişim zaten arkadan ve doğal olarak geliyor zaten.
Post kapitalizm, post küresellik, post liberallik politikaları yapısal olarak cemaatleri, toplumları, kültürleri ve ulusları dönüştürmekte ve yeniden şekillendirmektedir. Bu süreçte her şey özelleşiyor, sermayenin güdümüne giriyor. Kentsel dönüşümler, mega kentler mekansal olarak da parçalanarak sermayenin kontrolüne bırakılıyor. Sosyal, ekonomik, kültürel ilişkiler, eğlence ve dinlence yerleri özel alanlar olarak ayrışıyor. Mekânlar ve statüler devlet karşısında alabildiğine özerkleşiyor, sermayeye daha ihtiyaçlı hale geliyor. Sermaye bu sayede hem müşterisini çeşitlendiriyor, hem hükümranlık alanları kuruyor, hem de devlet karşısında özerklik sağlıyor.
Bu yeni aşama, modern dönemin tekçi hakikat anlayışı ve bütünsel iktidar dönemlerinde dışlanan, yok sayılan kültürleri, dil gruplarını, mezhepleri, etnik yapıları yeniden içeriye çağırdığı gibi dinleri de çağırıyor. Dönüşüme uğrayan kentlerde tarihsel özlemlere dayalı mekânsal ve kültürel ayrışma yoluyla yapılan sitelerde her farklılığa alan açılıyor. Bu dönüşlerden her kesim, her şekildeki farklılık hem topluca hem de kendi içinde ayrıca ayrışıyor. Farklılıklar atomize parçalar halinde kendi tercihlerine uygun sunulan mal ve hizmetlerin daimi müşterisi olurken sermayenin iktidarı güçleniyor.
Bu dönemde sistem eleştirisi yapmayan ya da sisteme itaat eden her farklılık meşruiyet buldu, kendine ayrılan yaşam alanına sahip oldu. Oysa bir önceki devrede modernite sadece kendisini evrenselleştirip diğerlerini tarihin dışına itmiş, reddetmişti. İşte o farklılıkların, bu dönemde yeniden tarihe, sistem içine çağrılırken kendi rızasıyla değişerek, dönüşerek gelmeleri sağlanıyor. Bunların her biri yerel ve kültürel özelliklerini koruduğu sürece zaten zararlı olmaktan çıkmış oluyorlar. Türkiye örnekliğinde Aleviler, Kürtler, Solcular ve Şeriatçılar göz önüne getirilebilir.
Bu sistem başarısını dinle devlet, dinle bilim ayrımını genel geçer kılabilmesine borçludur ilk elde. Bundan sonradır ki politik iktidarların yapısı değiştirilebilmiş, yaygınlık kazanabilmiştir. Artık devletler, politik iktidarlar, kapitalizmi ayakta tutmak için vardır. Sermayeye ve sadece sermayenin çıkarlarına hizmet etmeye ayarlı bir kültürellik çağı bu.
-6-
Küresel olma iddiasındaki Marksizm bu devreye girerken tarihsel olarak devreden çıkınca, yerel olma niteliği dolayısıyla küresel mesajı, küresel çağrısı ve önerisi olmayanların bu durumdan memnun olmaları normal karşılanmalıdır. Söz gelimi Aleviliğin, mezhepçiliğin, Kürt etnik temelli ulusalcılığın coğrafya ya da inanç sınırları nedeniyle küreselleşmesi zaten beklenemezdi. Dolayısıyla sisteme muhalif olmaları da.
Etnik, dil gurubu, cinsiyetçilik, mezhebi ve kültürel olarak bileşen farklılıkların yeni dönemde demokrasiyi, çoğulculuğu, sekülerizmi, özgürlükleri savunması ve destek olması gayet tabii karşılanmalıdır. Çünkü bu farklılıklar bir önceki modern dönemde dışlanmış, horlanmış, yok sayılmışlardı. Burada gözden kaçırılan şey, bunların yeni değerleri benimserken doğal olarak kapitalist sistemin de payandaları haline gelmeleridir.
Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm, Şintoizm, Taoizm gibi dinlerden kimisi modern öncesi, kimisi modern dönemlerde kendi ruhbanları eliyle teolojik olarak dönüşmüş ve değişmişti. Bunların her birisi, toplumsal ve siyasal alanla ilişkisini yeniden kurmuş, seküler ya da laik karakteri benimseyerek bu alanları terk etmişlerdi. Bu seçimleri dolayısıyla politik iktidar dışında ve ondan bağımsız olarak örgütlenmişler, kendi manevi, ruhani, ahlaki ve bireysel alanlarına çekilmişlerdi. Artık onlar birer din değil, kültür olmuşlardı.
Modern dönemde bastırıldığı için sesini çıkartamasa da, devlet biçiminde bir varlık gösteremese de, post modern dönemde küresel sistemin tek ve sahici rakibi İslam kalmıştı. İnsanlığın elinde kalan, değişmemiş tek kitap olan Kur’an dolayısıyla potansiyel olarak hâlâ orada duruyordu. Müslüman coğrafyadaki enerji kaynaklarına, coğrafi stratejik konumlarına rağmen bu potansiyel tek gerçekti. Acaba Müslümanlar bunun farkında mıydılar?
-7-
Modern dönem boyunca diktatörlük yönetimlerin, siyasal, ekonomik ve kültürel kaynaklara el koyan oligarşik yapıların baskısı altında yaşayan Müslümanlar, sefalet altında bırakıldılar. Cahilleştirildiler, ezildiler. Baskı ve şiddet altında tutuldular. Başkaldıran İslami hareketler ise sertlikle ve vahşilikle bastırıldılar. Kimi yerlerde erken başlayan kimi yerlerde yeni başlatılan laiklik aşamasından seküler aşamaya geçişte görüldü ki geçmişin şartları Müslümanlara zihinsel olarak kavrayış ve pratik olarak hasar vermişti.
İslami hareketlerin kimi yerlerde diktatörleri yıktıktan sonra kendilerinin diktatörleşmeleri, uzunca süre tesirinde kaldıkları modern dönemin tekçi modelini İslamlaştırmış olmalarından da kaynaklanmaktaydı. Orijinalitelerini yitirmelerinin gerisinde yüz yıllık modern dönemi gözden ırak tutmamalı. Ara dönemlerde sosyalist modeldeki diktatörlük ve ırkçılık ideolojilerinin de tesiri olduğu söylenebilir.
Her şeyden önemlisi, modern dönemde dinin tanım ve tarifi, kategorik olarak değişir, sınırları belirlenirken, Müslüman aydın, yazar, ilahiyatçı ve bürokratların, şirketleşen cemaatlerin dini telakkiyi bozma çabalarının sonuç vermesidir.
Türkiye gibi örneklerde gözlemlenen, 1923, 50, 80, 97, 2012 gibi geçiş dönemlerinde dinin sivilleşmesi, sivilleştiği oranda meşrulaşması, politik iktidar yollarının ve kamusal menfaatlerin bu şartlarda dindarlara servis edilmesi, onların, bu alanları dinden bağımsız doldurmalarının sonuçlarıdır. AKP, hem bu sürecin ürünü, hem de post döneme geçişte Türkiye’ye selametle yol aldıracak rolü benimsemesi nedeniyle de sürecin aktörüdür.
Türkiye’de Müslümanlığı toplumsal ve siyasal bir model olarak kavrayan geçmişin “radikalleri” yukarıda sayılan nedenler ve süreçler dolayısıyla dinin siyasal olanla ilişkisini reddettiği için AKP iktidarını memnuniyetle karşılayacaktır. Onların hafızasındaki sopa, Kemalist vesayetti.  Onlar iki seçeneğe sıkışınca acze düşmüşlerdir. Bu arada sisteme ve devletin yeni niteliğine itiraz etmemenin karşılığını da bulacaklardı.
Geçmişin radikallerinin iki çeşidi daha vardır: Aydınlanma döneminde “çatlak anarşistlerin” ürettiği “uzlaşmasızlık” teorisini benimseyen bir grup Müslüman, yeni dönemi anlayamadığı için içerik ve derinlik üretemedi. Stratejik bir duruş sergileyemedi. Varmak istediği yere uygun bir program ve yöntem geliştiremedi. Her şeye karşı olma pozisyonunda izole olmaya razı geldi.
Daha sonra bir diğer türedi grup oluştu. Bunlar sırf AKP karşıtlığı nedeniyle laik, ulusalcı, Kemalist Türklerin iktidar kavgasında araçsallaştılar. Marksist jargon kullanmaları, kapitalizmden bahsetmeleri onlara başka alanlar açsa da, moda hesabı esip geçmeye mahkûmdular. Çünkü bunlar esas olarak dinle siyaseti ayrıştırmışlardı. Bu iki kesimi içeriden motive eden şey, yeryüzünün yeni “lanetlileri” sayılmalarıdır.
Bu aylar, miladi 2014 yılı sonlarıdır. Müslümanların toplumsallıkla ve siyasi olanla ilişkili karneleri kötü notlarla doludur. İnsanlığa sunacakları farklı önerileri olması gerektiği halde ortalarda yoklar. Tevhidi adalet temelinde başka bir toplumsallığa ve politik iktidar biçimine dair örneklikleri, şahitlikleri, kurtuluş adına müjdeleyici görüntüleri ve bu yönde bilinirlikleri de yoktur.
-8-
Müslümanlık, Müslüman olmak ve kalmak, Kur’an ve Sünnet’e referansla kurulacak bir paradigmayla sabitlenir. Bu ise dinin totalde bir hayat tarzı olması, dünyaya nizam verme iradesidir. Tevhid inancı aynı zamanda hayatın parçalanmasını ve alan ayrımını reddeden bir kabuldür. Bu nedenle siyasetin, bilimin, felsefenin, ekonominin dinden ayrışarak ikilik yapmasını reddeder.
Tarihin bir döneminde ve mekânında üretilmiş mezhebi, coğrafi, etnik, kültürel, ulusalcı din anlayışı ve kavrayışı Müslümanlığa esas teşkil etmez. Bunlar, Müslümanlığı belirleyemez de, sınırlayamaz da.
Buna rağmen bugün Türkiye’de İslamcılar, Kur’an ve Sünnet’e rağmen sivilleşmiş başka inanç, modern kültür, seküler dini anlayış veya mezhebi sınırlara dayalı olarak var olan Türk Ulus devletini ve iktidarını, sırf bu nedenle olsun eleştiremiyorsa, büyük bir sorunumuz var demektir.
Emretme gücüne ve yetkisine sahip olan kurumsal iktidarın, muktedir olanların, devlet yöneticilerinin, seküler karakterleriyle meşruiyet sağlamaları, Kur’an’a ve Sünnet’e rağmen onaylanamaz. Böyle bir devleti, politik iktidar biçimini, İslam dini esastan onaylamaz.
Devlete, devletin kapitalist niteliğine ve çoğunluğun iradesine dayalı demokratik yönetim tarzına, Kur’an ve Sünnet’e göre karşı çıkmayan dini bir anlayış, dine aidiyetle oluşmuş toplumsallıklar, İslam değil, ulusallaşmış devlet dinidir, sivilleşmiş toplumlardır. Bu ise bireyselleşmiş ve vicdani tercihe indirgenmiş başka bir dindir. Kişiselleştirilmiş ve özelleştirilmiş bir dindir. Seküler kategoriye rıza göstermiş, epistemolojik, metafizik ve teolojik bir dindir. Bu da İslam değildir.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir