Devlete Dair: Gereklilik ve “Kayda Değmezler” Kategorisi

Devlete Dair: Gereklilik ve “Kayda Değmezler” Kategorisi

Bir süredir devam eden devlet tartışmalarına, bir giriş babında, konunun esasına ve zeminine dair bir açılımla katkı sağlamak istiyorum.
Devlet kavramında, modern dönem ideolojilerinin kendince yaptıkları tanımlardaki detay farklılıklara itibar etmeden, önceliğin esasa verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bakımdan normalde bir devletin varlığı ve gerekliliği üzerine tartışmak daha uygun düşüyor sanki. Dolayısıyla içeriği, fonksiyonu, şekli, tarzı ve varlık gerekçesi itibarıyla dayandığı ilkeye göre farklılık arz etse de, iyi ya da kötü bir devletten önce, bir devletin doğal olarak toplumsal bir vaka ve kurum olduğunu kabul etmekten yanayım.
Devlet tanımı, kategorik olarak başlı başına bir ilke değildir. Bir ilkeye bağlı olarak olmazsa olmaz bir kavramı, toplumsallıkla bağlantılı bir kavramı ifade eder. Bu nedenle yaratılıştan, insan tanımından, insanın varlıklarla kuracağı ilişkilerden başlayarak sosyal ve toplumsal her olayda olduğu gibi bu konu da tarih felsefesiyle ilgilidir. Yani varlık âlemini, yaratılışı ve varoluşu izah edişle de doğrudan ilgili total bir ilkeye aittir. Buysa dünya hayatının nasıl tanımlanacağı ve nasıl yaşanması gerektiğine dair baştan kabul edilmiş totaliter-bütüncül-her şeyi açıklayıcı bir zihniyet, bir paradigma, bir ideoloji, bir felsefe, bir ilke ve o ilkeye göre değişkenlik gösteren bir şeydir.
Hayatı bütünüyle bu dünyada geçireceği süreçten ibaret gördüğü için sadece kendisi ve arzuları için yaşayanları bu total ilke kategorisinin dışında ve farklı düşünmek gerekir. Çünkü bu gibiler aynı zamanda yaratılışı, varlık âlemini, maddi ve biyolojik oluşumdan ve gelişimden ibaret saydıkları için mekâna ve zamana göre değişkenlik gösterirler. Buna rağmen bunu da bir ilke gibi benimseyenler, asıl kurucu ilke, irade ve kadronun kurduğu kimi devletlerin kendilerine tanıyacağı kültürel alanda yaşamayı ya özümsemiş ya da o alanı biraz genişletme amacı taşımayı hayatlarının gayesi saymışlardır. Bunların bir kısmı reel toplumsallığa ait olmayan “amaçsızlar”, kendine özgü “hümanistler” ya da idealist-anarşistler olarak “kayda değmezler” şeklinde nitelendirilebilir. Nitekim bütün kötülükleri “iktidar” veya ahlaki olsun olmasın “otorite” olgusuna bağlayanları da bunlara katabiliriz.
Aydınlanma dönemi ideolojileri olarak bilinen liberalizm, muhafazakârlık ve Marksizm, gerçekte orijinal ve total birer ilkeler bütünü ya da felsefi görüşler olmadılar. Bunları birer reaksiyon saymak dahi mümkündür. Çünkü bunlar, en temelde Avrupa ortaçağına hâkim Greko-Romen kültürü ve Hıristiyan ahlakının hem birer ürünü ve hem de kendi içlerindeki sınıfsal çıkar kavgalarının tepkisel sonuçlarıdır.
Bu durumun kategorik olarak izahı “emek-sermaye”, “mülk sahibi-mülksüz”, “dayanışmacı-rekabetçi” toplum tarafında olanlardan hangisinin “emir verip” hangisinin “emir alacağıdır.” Bunun ekonomik ya da karikatüristik izahı “parayı” kimin yöneteceğidir. Siyasi ve sosyal olarak izahıysa otoriteyi eline geçirenlerin insanları neyle ve nasıl ikna edeceğidir.
Modern devletlerin, modern siyasetin ya da modern iktidarın varlık gerekçesi, gerçekte, yukarıda özetle verilen maddi paylaşım mücadelesinin sınıfsal yansıması olmasına rağmen vizyondaki görüntüleri, ahalinin ideolojik manada iknası meselesidir. Modern ideolojilerin ahaliyi ikna etmek adına kendilerine müşteri bulurken gösterdikleri en büyük maharet, mecburen geçmişin kötülenmesi ve aşağılanması olmuştur. Dolayısıyla Greko-Romen felsefesini ve toplumsal kültürünü ahlaken meşrulaştıran muharref Hıristiyanlık, geçmiş adına “kötülerin efendisi” damgasını yiyecektir.
Müslüman coğrafyada geri kalmışlığın, askeri ve siyasi açıdan yenilginin ve dolayısıyla toplumsal bazda çöküntünün müsebbibi olarak dinin tartışılmaya açılması ve suçlanmaya başlanması, 19 ve 20. Yüzyılda Batılı devletlerin buralara kültürel, ekonomik ve siyasi hâkimiyetleri neticesinde intikal etmiştir. Batı’da olduğu gibi burada da dinin tartışılması, dini bilgilerin modern bilgiyle yeniden değerlendirilmesi ve anlamlandırılması ile neticelenmiştir. Bu durum dini yeniden tanımlamaya kadar varacak, dini telakkinin yeniden kurulmasına kadar gidecektir.
Bu bağlamda devletle ilgili tartışmayı, nasıl düşünülürse düşünülsün, bir devletin meşruiyetini, varlık gerekçesini ve fonksiyonunu sağlayan filozofik arka plana ve ilkelere getirmek en doğrusu olur. Bu bakımdan modern ideolojilerin devlet modelinden, devlet-toplum ilişkisinden kalkarak ve itirazları kısmen de olsa haklı görerek devletsizliğe gitmenin doğru olmadığını söylemek istiyorum.
İnsan denen varlık varsa, insanlar birbirlerine ihtiyaç duyacakları için toplu halde yaşamak zorundaysa, dünya mekânı ihtiyaçları giderecek özellikte donatıldıysa, bu da doğalsa -ki normal olan budur- o halde: İyisiyle kötüsüyle insanlar birbirleriyle ve hatta diğer varlıklarla değişik amaçlarla ve çeşitli şekillerde ilişki kuracaktır. İlişkilerin hukuki, sosyal, ekonomik, siyasi, beşeri ve kültürel bir sürü sonuçları olacaktır. Bu durumda ihtiyaçları karşılamak ve topluca yaşayabilmek için çevre düzenlemesi dâhil, köyler-kasabalar-şehirler-megapoller kurulacaktır. Bunun doğal sonucu olarak ziraat, hayvancılık, ticaret, sanat, hizmet, müzik, eğlence ve fikir dâhil maddi ihtiyaçları karşılayan üretim için uzmanlık alanları oluşacak ve gelişecektir. Küçüğünden büyüğüne birbirine bağlı örgütlenme, bu gelişmelerin doğal sonucudur.
Tüm bunlar için iyisiyle kötüsüyle topluca veya çoğunlukla kabul edilmiş kurallar ve o kuralları geçerli kılması gereken değişik statüde idareciler ve kurumlar da doğal olarak oluşacaktır. Adına ne dersek diyelim idarecilerin ve aracı kurumların bir şekilde belirlenmesi, uygulanacak kuralların tutarlılığı, referansı, yetkililerin yetkilerinin sınırlanması, hatta değişen ve gelişen durumlara göre yenilenmesi de gerekecektir.
Devlet dediğimiz en üst oluşum, yetkili organizasyon ya da bağlı kurumlar tüm bu toplumsal işlerin görülmesi için gereklidir. Burada toplumsal ve siyasal birer varlık olarak diyelim ki en küçük birim olan muhtarlıktan orta birim belediyeye, arada gelişen sivil toplumlara ve en büyüğü devlete kadar iş gören bir yönetim mekanizmasının varlığını tartışmak abestir. Devletin niteliği ve yapısı, gerekliliği, yöneticilerin belirlenmesi, yönetme usulleri ve yetkileri dâhil bunların nasıllığı ve hepsi birlikte meşruiyet kaynağıdır esas mesele. Müslümanlarla diğerlerinin farkı da burada açığa çıkacaktır.
Bu bağlamda devletten önce devletin ve bağlı diğer kurumların neye dayandığı, niteliği, neden var olduğu, nasıl kurulduğu/kurulacağı ve hangi ilkeye göre şekilleneceği asıldır. Dolayısıyla meşruiyeti asıldır. İslam ve modern ideolojilerin asıldan ve esastan çatıştığı yer de zaten burasıdır. Çünkü hem menşei, hem amacı, hem hedefi ve hem de değerler sistemi olarak iki farklı şeyden bahsediyoruz. Özü bu olan meselede şeklin nasıllığı güne ve şartlara göre gözden geçirilebilir sanıyorum.
İnsanlık tarihinde daha dün diyeceğimiz kadar yeni olan ideolojiler, topluca yaşamın ilişkilerini, mekânlarını, değerlerini ve kurallarını en iyi ben bilirim ve kuralları ben koyarım diyecek ve insanları bu yönde ikna ederek varlığını sürdürecek ama insanlıkla birlikte var olan din, İslam, bu konularda hiçbir şey söylemeyecek ya da İslam, bu işleri kapsamayacak! Böyle bir şey düşünülebilir mi? Allah, “Yeryüzünde fesadı yaymayın” derken, otoritesiz-devletsiz böyle bir şeyin olabileceğini düşünmek nasıl bir şeydir anlamakta zorlanıyorum. Kötü misalin emsal olmayacağını hatırda tutmak gerekir.
Müslümanlar devlet konusunu tartışırken nasıl bir dini telakkiye sahip olmuşlardır o zaman?
“Ortaçağ boyunca muharref Hıristiyanlık, dünya işlerine karışmayan bir itikadi anlayışa dayalıdır. Teolojik kabuller, inananını dünya işleri dediğimiz sosyo-ekonomik ve siyasi işlere karışmaktan uzak tutuyor, “Kayser’in hakkı Kayser’e” derken devlet ve yönetim işlerinin, kanun ve yasa yetkisinin Kayser’e ait olduğunu tasdik ediyordu. İsa ile Kayser yetki paylaşımı yapmışlardı yani. İsa, dolayısıyla Kilise, sevgiye, ahlaka, erdeme, kardeşliğe, barışa, adalete, ruhaniyete ait işlerden sorumluydu. İsa’nın yani Tanrı’nın sözleri bunları ihtiva ediyordu.”
“Yahudiliğin ve Tevrat’ın aksine muharref Hıristiyanlık dininde “şeriat” yoktur. O, şeriatı olan bir din değildir. Tanrı’dan vahiyle gelmiş bir İncil olmadığı için İsa’nın sözlerinden derlenmiş kutsal kitaplar, İnciller vardır. O İncilleri de azizler, ruhbanlar ve insanlar elleriyle yazmışlardır. Bu nedenle İncillerin hiçbirinde helaller ve haramları bildiren tanımlı emirler ve yasaklar yoktur. Bu bakımdan dünya hayatına dair suçlar ve cezalardan bahis olunmaz. İyice sınırlandırılmış haramlar, helaller ve dolayısıyla ibadetler alabildiğine ruhanileşmiştir. Olsa da olur olmasa da olur kabilindendir. İncillerin toru topu efsaneler, barışa-sevgiye-kardeşliğe dönük öğütlerle doldurulmuştur.”
Hıristiyan olup cennete girmek için, doğarken bir papaza vaftiz olmak yeterlidir. İtiraf kültürü önemlidir. Kilise, zaten sayılı olan günahları işlemekte serbest olan kulu, Tanrı İsa adına affeder. Tanrı, Meryem’in rahmine girerek İsa cisminde yarı insan yarı tanrı olarak doğmuştur. İsa, Tanrı’nın hem işlerinde ortağı, hem ölümsüzlük verdiği bir ilahi varlık, hem de Tanrı’nın sağ yanında oturan oğuldur.
Yazıya girişte vurgulandığı gibi, dini telakki burada devreye girer. Kendimize soralım: Din nedir? Ne menem bir şeydir? Ne işe yarar? Bu dünya ile dünyevi işlerle ilgili midir, değil midir? Dünyada lazım gerek bir şeyse, her yerde mi, yoksa bazı yerlerde mi geçerlidir? Böyleyse bu ayırımı kim yapıyor? İslam dini menşei itibarıyla vahye ve gaybi bilgiye dayalı tek din olduğuna göre, aydınlanma döneminin din tarifi İslam’a da uyar mı? Muharref Hıristiyanlıkta teolojik-itikadi kabuller dünya hayatına müdahale etmezken İslam’ın vahiy olan kitabındaki din böyle bir kabulü onaylar mı?
Müslümanlar, Hıristiyan Batı ile her alanda girdiği çok yakın ilişkilerden ve özellikle bilim anlayışından dolayı oldukça etkilenmiş, bunun neticesi olarak da vahiy, kitap, peygamberlik, emirler ve nehiyler başta olmak üzere dini telakkilerinde ciddi değişiklikler yaşamaya başlamışlardır. Müslümanların gündemlerinde dinin, dünyevi olayların ve toplumsallığın dışında tutularak, “kutsal dini”, “aşağılık dünya işlerine” bulaştırmadan melekuti ve ruhani âlemlere ait kılması da bunu göstermektedir.
Aydınlanma döneminin din tanımı, önce Batı’da Protestan yorumla yeni bir muharref Hıristiyanlık anlayışı ve pratiği üretmiştir. Bizdeyse süreç Tanzimat Fermanı’yla resmi düzeyde kabul görmeye başlamıştır. Devlet yöneticileri, bürokratlar ve aydınlarla başlayan dini tahrifat, İslam’ı yeniden yorumlamak biçiminde başlarken artık din, devlet işlerine ya da siyasete karışmayan bir kuruma dönüştü. Giderek ekonomik işlere, yönetim tarzına, askeri düzene, kanunlara ve sosyal örgütlenme biçimlerine de karışmayan bu dini telakki, günümüzde zirve yapmıştır.
Tanzimat Fermanı’yla başlayan dini telakkideki değişim, o dönemde sadece devletlû sınıfı, zenginleri ve askeriyeyi ilgilendirirken, günümüz ortalamasında ilahiyatçısından cemaatçisine, muhafazakârından İslamcısına kadar her yerde taraftar bulabiliyor. Belli ki çağdaş Müslümanların dünyevi hayattaki yaşam tarzı bu tip bir dini telakkiye meşruiyet sağlamaktadır.
Devlet tartışması bu tarz bir dini telakkinin en iyi göstergesi olmuştur. Dinin siyasetle ilişkisinin olup olmadığına dair beyan edilen görüşler, dini telakkinin değişip değişmediğine dair tek başına ölçü olmuştur. Zannı galibim budur.
Hüseyin Alan

Bu Yazıyı Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir